Friday, September 21, 2007

Bir

Bir süredir yazamıyorum sevgili blog.

Umarım sadece bir süredir; "yazamıyorum", sevgili blog.

Ki artık taslaklarımı otomatik olarak kaydediyor olman beni ciddi anlamda tahrik etmiyor değil.

Bir süre sonra görüşmek üzere..






Thursday, May 17, 2007

Rejim Karmaşası

Bugün ciddi bir yazı yazacağım sevgili blog. Günlerdir ülkemiz kritik günler yaşıyor. Kritik aşamalardan geçiyoruz. Bildiğiniz gibi bugüne kadar bu konularla ilgili bir yorumda bulunmadım. Hep sustum, hep kendime sakladım. Ancak dayanabilirliğim de bir yere kadardı. Bunca yaşanandan sonra sizleri daha fazla düşüncelerimden mahrum bırakamazdım..


Öncelikle içinde bulunduğumuz durumu özetlemek gerekirse: Ahmet Gürdal'ın Korkunç Bekleyiş isimli kitabına belirttiği gibi; bir çıkarlar çatışmasının tam ortasında bulunuyoruz. Bugünkü kaosun, yarını düşünmemenin getirdiği rasyonel bir sonuç olduğu hepimizin görüşü. Ama Ahmet Gürdal'ın da Korkunç Bekleyiş kitabında değindiği gibi, ülkemiz sınırları içindeki kişilerin dahi şahsi çıkarları uğruna birbirlerini bu kadar yıpratırken, bu durumun en çok üzerimizden plan yaparların çıkarlarına hizmet ettiğini ne zaman anlayacağız.


Mesela şu an Amerika, ülkedeki karışıklıktan yararlanarak kaynaklarımıza ulaşmayı planlıyor.


Bu noktada Amerika'nın 1760 yılında Surinam ve 1834 yılında Kuveyt üzerindeki politikalarını da bilmek gerek. Ki bu konudaki bilgileri de çeşitli kaynaklarda bulabilirsiniz, mesela son okuduğum Korkunç Bekleyiş kitabında vardı bu bilgiler. Ayrıca Sırbistan'ın karışıklıktan yararlanıp antep'e girip baklava yemek istediğini de biliyoruz. Bunu, ilginçtir, onca hükümet yetkilisi bilmiyor, yalnızca ben, kahveden bir kaç arkadaş ve son kitabı Korkunç Bekleyiş'te de bu konuya değinen Ahmet Gürdal biliyor.


Mesela şu an Hindistan, yıllardır alttan alta kasaplara para verip inek yerine su aygırı kesmelerini sağlayarak hem değerlerini korumayı, hem de türk insanının midesini bozmayı
planlıyor.


Peki çözüm ne, öncelikle ülkenin ekonomisini düzeltmek ve refah seviyesini yükseltmek bir elzem diye düşünüyorum. Burası önemli, bunu dikkate almak gerekir. Ki ülkemizde eğitimsizlik oranının hala %35.4 olması, Ahmet Gürdal'ın Korkunç Bekleyiş kitabında da değindiği, önemli bir sorun. Bunu elbirliğiyle çözmemiz gerekir. Sonra da ülkemiz üzerinde plan yapanlara resti çekip, komşu ülkelerle ilişkimizi gözden geçirmeliyiz. Ayrıca vatandaşların kötü düşünmelerini engellemek için 24 saat arabalarla havaya aroma sıkılması sağlanmalı, ve ihtiyacı olan kişileri seratonin hormonu tedarik edilmeli. Ve akabinde tüm yurttaşlara emniyet kartı verilmeli, üzerine "emniyetiniz için zorda kaldığınız anlarda bu kartı çiğnemeden yutun" yazılmalı, eğer ciddiye alıp kartı yiyen çıkarsa da bunlar tespit edilip direkt sınırdışı edilmeli. Sonra her seçimde öküzlüğü tescillenmiş bir insanoğlu gizli aday yapılıp meydanlarda sürekli olarak bant kaydından "Sizin kanınızı alıp İstanbul'un 20000 kilometre dışında kuracağımız güzelim vampirköy sakinlerine yardım yapacağız sayın vatandaşlar" dedirtilmeli, bunu duyduğu halde bu kişiye oy veren insanlar da mimlenip alınlarına "%100 gerizekalıdır" yazısı yapıştırılarak sokakta dolaşması sağlanmalı ve bunların verdiği oyların 0.1 ile çarpılarak dikkate alınması karara bağlanmalıdır. Ayrıca gerizekalılık pek çok açıdan bir siyasi sembol olduğu için bu kişilerin kamusal alana girmesi de engellenebilir. Bu gibi önlemler ülkemizi istenen düzeye yaklaştıracaktır diye düşünüyorum..

Son günlerde bu konulara fena halde kafamı takmış durumdayım, ülkemizin gerçekleri ile ilgili pek çok kitap okudum(Mesela, Ahmet gürdal'ın Korkunç bekleyiş isimli kitabı da vardı bunların içinde ki hepinize tavsiye ederim) ve bilgilerimi sizlerle paylaşmak istedim.

Mesela şu an Almanya, Karadeniz'e zehirli bir gemi yollayıp, halk o geminin içinde ne var diye merak ederken bölgeye sızıp 250.000 kişilik folklor ekibiyle horon tepmeyi planlıyor.

Onlar da ayrı bi manyamış.


İyi geceler sevgili blog.




Saturday, May 12, 2007

...

Bazen, gerçekleri daha iyi görebilmek için herkesin önünde eğilmek gerekir...


















Bazen de gerekmez...













Hatta çoğunlukla gerekmez yani...












Böyle nadir, binde bir anca...










Wednesday, April 18, 2007

Havalimanı

Başını titrek ve ağır bir hareketle yukarı kaldırdı. Yüzüne dökülen saçlarını, iki saniye sonra geri geleceklerini bile bile umarsızca geriye attı. Gözlerini bir kez daha zemine dikti. Başını öne eğen bir kız, karşımda görmek isteyeceğim son şeydi belki ,ama bu durumda ona bunu söyleyemezdim.


"Neler olduğunu gördün değil mi?" dedi, "Yükseklerde yaşanan her ilişki gibi, bizimki de bir gün yerçekimine teslim olacaktı, bunu öngörebilmiştik"


"Evet" dedim, "olan oldu artık."

Omzunu silkti. Yüzünde yıllardır yanında olmaktan sıkılan sivilceleriyle uzaklara doğru baktı.

"Tüm ilişkilerin bir gün gelip çarpacakları kaya, her zaman bir yerden sonra kendini gösteriyor" dedi, "onu yok edemediğimiz için ilişkileri yok ediyoruz. Çarpmamak için, her şeyi ortadan kaldırıyoruz."

"Neyse artık, çaresine bakacağız" dedim. Karşımdakine kısa cevaplar verip bu olayın beni o kadar etkilemediğini belirtmek istiyordum.

Bir havalimanının bekleme salonundaydık. İkimiz de. Başkaları da vardı elbette. ama ikimiz, karşılıklı sandalyelerin metrelerce dizili olduğu o alanda, konuşanlardandık. Onun elinde bavullar vardı, yurtdışından yeni gelmişti.

"Çarpmamak için" dedi, "Çarpmamak için sürekli kendimizden bir şeyler feda ediyoruz. İleride üzülmemek için şimdi kendimizi üzüyoruz. Çarpmak dediğimiz şey bu değil miydi zaten?"

"Bilmiyorum, artık önemi de yok zaten" dedim.

Havalimanlarını severdim. Liman özelliğiyle pek çok sevenin buluşmasını, hava özelliğiyle de geri kalanların havasını almasını sağlardı.

Başını bir kez daha yukarı kaldırdı, bu sefer titrek değildi. Aslında başlarda biraz titredi, ama bu şekil titreyerek yatay hareketi devam ettirirken diğer yandan o vakur dikey hareketi gerçekleştirmek, bu kez o narin bedenini yormuştu. Düz bir şekilde başını yukarı kaldırdı.

"Neden böyle sakinsin" dedi, "Duyarsızlık mı seni bu hale getiren. Yoksa tahmin ettiğim gibi sevginin gücü mü kilitledi dudaklarını birbirlerine?"

"Ben gidip yenisini alırım" dedim, "sen yorma kendini, zaten pek de önemli bi şey değil."

"Lütfen bir şeyler söyle. Lütfen mantıklı bir şeyler söyle. Bu halin beni öldürüyor" dedi.

"Ya valla önemli değil, çıldırtma beni, alt tarafı bi cd çalar."

"Bir şey söyle, her şeye yeniden başlatacak, sönen ateşi canlandıracak bir şeyler söyle" dedi.

"Annecim tamam" dedim, "ucuz bi şeydi zaten o, arkadaşın uçağı birazdan iner, kapatıyorum ben. Görüşürüz."

Derken deminden beri yanımdaki sandalyede oturan adam ağzını açtı ve "Seni seviyorum" dedi.

Ben telefonda anneme, yeğenin bize gelip kırdığı cdçaların o kadar önemli olmadığını anlatmaya çalışırken, karşımda oturan kadın yanımda oturan adama ilişkileriyle ilgili bir yığın şey anlatmış ama yanımdaki adam sürekli susmayı tercih etmişti. Sonra anlamadığım bir şekilde her şey tatlıya bağlandı ve sarıldılar.

"Kafesinden çıkmış bir güvercin kadar mutlu hissediyorum" dedi kadın adama, başını bu kez yukarıya kaldırarak.

"Anne yeter artık" dedim, "madem o kadar meraklısın teyzemden al parasını o zaman"

"Bir daha ömür boyu ayrılmayalım" dedi kadın.

"Tamam" dedim, "Zaten her zaman görüşüyoruz."

"Bi tanem, seni seviyorum" dedi.

"Ben de" dedim ve telefonu kapattım.

Adam kadının göz kapağını öptü ve "ne zaman gözünü kırpsan beni hatırla" dedi.

Filmlerdeki gibi yoğun yaşayan insanları her zaman ibretle izlemişimdir.

Çifti sarmaş dolaş orada bırakıp arkadaşın geleceği uçağa baktım. Uçuş yarına ertelenmişti. Havamı aldım.

İyi geceler sevgili blog.



Thursday, March 15, 2007

Deterjan

"Bugün çok keyifli bir gündü sevgili blog. Eski arkadaşlarımdan biriyle sinemaya gittik. Filmin sonrasında arkadaşıma evine kadar eşlik ettim, yolda baya eğlendik. Ardından beni evine davet etti ve bir müddet de orada lafladık. Gece geç saaatlere kadar şampanya içip sohbet ettik. Sonra da onu yedim!"



Ahaha, Hannibal Lecter blog yazsa cidden keyifli olurdu diye düşünüyorum bazen. Aslında insani açıdan düşünürsek keyifli olmazdı elbette. Neyse, günün meselesi bu değil zaten.



Bugün bi işe başladım. Benden beklenmeyecek bir hareket. Madem okula gitmiyorum, bari üç beş kuruş kazanayım düşüncesiyle bi ajansa yazılmıştım geçenlerde. Dün mesaj geldi. Ajans "madem boş geziyo, gitsin anket yapsın" düşüncesiyle beni sokak ortasına yolladı. Daha doğrusu bi caddenin orta yerine.



Kısa bir eğitim sürecinden sonra işe başladım. İşler sandığımdan da kolay gidiyordu. İlk 2 saat inanılmaz ölçüde rahat götürüyordum. Bu kadar kolay olacağını tahmin etmemiştim. Sonra işin zor kısmı başladı. Çünkü henüz kimseye anket yapmamıştım ve boş kağıtlarla gitmem pek iyi bi izlenime kucak açmazdı. İnsanlarla iletişim kurmaya çalışmaya başladım. Ama bir yerlere doğru hızlıca yürüyen insanları durdurup soru sormak çok absürd geliyordu. İnsanlar yürüyordu, ben ise delik deşik bi borudan fışkıran suları tutmaya çalışan biçare ev adamı gibi birilerini durdurmaya çalışıyordum.

Birini kolundan tuttum, beni iterek yoluna devam etti. Birinin önüne geçtim, yolunu değiştirdi. Bir süre sonra bezdim ve bıraktım. Sonra biraz daha debelendim. Tekrar bıraktım.

Derken kadının biri ben sormadan yanıma geldi. Üstümdeki deterjan markasının logosunu taşıyan (reklam yapmayalım) tişörtün ona verdiği yetkiye dayanarak bana sorular sormaya başladı. Geçen gün aldığı deterjanın lekeleri neden çıkarmadığını, dozunu nasıl ayarlamak gerektiğini, beyazları kaç derecede yıkamasının doğru olduğunu ve nedendir bilmem ama dişlerinin ne renk olduğunu sordu. Kadın beni, yıllarını deterjan sektörüne vermiş bir temizlik gönüllüsü sanıyordu. Ben ise ona anket sorularını yöneltmeye çalışıyordum. Ama kadın ısrarla sorularına devam ediyordu. Kızmaya başladım. "Bi dur be kadın" dedim, "burda soruları ben sorarım."

Gerçekten epey absürd bir deneyimdi bu iş benim için. Akşam boş kağıdı götürüp ajanstaki adamdan azar işitene kadar da her şey yolundaydı. Bana söylediklerinden sonra dayanamayıp adama kafa attım (hayalimde) ve bana defolup gitmemi söyledi (gerçekte), sonra adamı masasından alıp cama doğru fırlattım, cam kırılmadığı için adam olanca kütlesiyle zemine çakıldı (hayalimde) ve bana cama bakmayı kesip dışarı çıkmamı emretti (gerçekte), bu anın daha fazla uzamasını istemediğim için tıpış tıpış eve gittim (her ikisinde de).



Eve gelip her zaman yaptığım gibi önce televizyonu sonra ışıkları açtım. Televizyonda yüksek bel kotların yeni trend olduğu söyleniyordu. Hımm, trendi kaçırmıştım. Gerçi bu deterjan işi bir trendi ve onu da kaçırmıştım. Neyse artık deyip televizyonu izlemeye devam ettim. Evlilikle ilgili bir haber vardı: dünya genelinde her yıl yaklaşık 300 çift "ben seni daha çok seviyorum, hayır ben seni daha çok seviyorum" tartışması yüzünden evliliğine son veriyordu. Hayatın tuhaflığını bir kez daha teslim ettim, ve yatışa geçtim.



İyi geceler sevgili Fuat.







Bu arada yukarıdaki fotoğrafta kapının gözükmesi hoş olmamış, daha özenli olsalardı keşke..

Friday, February 23, 2007

Geçen Gün

Geçen gün de önemsiz bi gündü be değerli blog. "O zaman niye yazıyosun armut" diyerek terbiyesizleştiğini duyar gibi oluyorum blogcum, yakışmıyor sana. Fuat tatilde olduğu için yazıyorum elbette.O burda olsa yazmazdım. Fuat, benim kuzen oluyor. Kendisi katıksız bir salaktır. Çok iyi anlaşıyoruz. Cıvığın tekidir, hiçbir şeyi ciddiye almaz. Zamanında bir kabilede yaşamış olması muhtemel. Kabilenin resisi bir gün Fuat'ı karşısına almış ve "Ey evlat, olur da bir gün başın sıkışrsa, dertler üstüne üstüne gelirse, zekan yeterli gelmemeye başlarsa, boğulacak gibi olursan... sadece dediğimi yap... Espri yap!" demiş olmalı. Adam istisnasız her konuda cıvıyabiliyor, bildiğin gerzek işte, severim Fuat'ı. Özellikle abuk bi şey yaşadığın anda, ulan bunu birine anlatmalıyım dediğim vakit, işte o zaman Fuat imdadıma yetişir. Her şeyi anlatırsın, salak salak dinler, arada espri yapmasının dışında zararı da yoktur, seni yargılamaya kalkmaz, kalksa da beceremez, becerse de, direkt sustururum zaten.
Ama işte Fuat olmayınca insan anlatacak birilerini arıyor. İşte burada devreye giriyorsun Blog. Fuatsın Blog.
Bahsedeceğim olaya gelince, geçen gün annemle kavga ettik, bana evden def olup gitmemi söyledi. 10 dakika sonra ise boş durmamamı ve salona gelip nar yememi söyledi. Oturup nar yedik. Sonra defolup gittim. Zaten gidecektim, ailemden ayrı yaşıyorum ben.

İşte bugünün olayı da böyle, pek önemsiz bi olay, günün geri kalanını evde oturup çekirdek kabuğu ayıklayarak geçirdim, ayıkladığım çekirdek içlerini bi kavanoza koydum, bi gün onları kaşık kaşık yemeyi planlıyorum.
Bundan tam 15 yıl önce bugün Kurt Cobain ile Courtney Love evlenmiş, bunu da sizinle paylaşayım dedim.
Ayrıca, uzun süredir yapmadım, bugün sizlere yepyeni bir müzik grubunu tanıtacağım:


THE LONDORORS:





Açıkçası, beş para etmez bir grup...








Sunday, January 28, 2007

Dirsek

İyi günler sevgili blog. Bir süredir seni ihmal ettim biliyorum. Girdiğim zamanda duygularıma hakim olamamış ve içli yazılar yazdım. Ama benim de çeşitli nedenlerim vardı. Lafı fazla uzatmadan başıma gelenleri anlatayım.

İki hafta önce bir çarşamba akşamı evime doğru gidiyordum. Durakta, elimde bir brownie ile otobüs bekliyordum. Brownieyi paketinden çıkarmaya çalışırken bir kısmı elime yapıştı, durağın ortasında parmağımı emmek istemeyeceğim için sol elimle kağıt mendil aramaya başladım. Derken otobüs geldi, selpak aramayı bırakıp yapış yapış ellerimle içeri daldım. Otobüsten içeri girdiğimde, sadece iki kişilik boş yer olduğunu fark ettim, birinde kulağında walkmenle bir çocuk, diğerinde 16 yaşlarında, forması üstünde liseli bir kız vardı. Kişisel prensiplerim gereğince gidip kızın yanına oturdum. Allah’tan yarı uyur bir hali vardı ve elimle ağzımı kaplamış olan Brownie tabakası dikkatini çekmemişti. Çaktırmadan temizlenip kıza tarafa döndüm. Ama o çoktan tam uyur hale geçmişti. Ben de yoluma devam edeyim dedim.

Derken, inanılmaz bir şey oldu. Uykusunun arasında mırıldanmaya başladı kız. Sonra, bir anda, ani bir refleksle bana bir dirsek attı. O dirsek, normal bir dirsek değildi. Adeta uykunun içinden gelen bir yardım çığlığıydı, istem dışı dünyaya iletilen bir yalnızlık bildirisiydi, kalbinden kopan bir “ben korkuyorum” mesajıydı. O an kıza aşık olmuştum. Yalnızdı.

Sonra uyandı, nasıl başardım bilmiyorum ama, ona az önce uyurken sayıkladığını(yalandı) ve bana bi dirsek attığını (doğruydu) söyledim. Nasıl başardım bilmiyorum ama, bir süre sonra konuşmayı havadan sudan noktasına getirdim. Ve nasıl başardım bilmiyorum ama, son durağa gelmeden telefonunu aldım.

Ertesi gün çıkmaya başladık, lise çıkışı sabit görüşme saatimizdi. İnanılmaz günler yaşıyorduk, geceleri telefonda 2 saat 17 dakikadan aşağı konuşmuyorduk, mutluyduk, o bank senin bu bank benim oturuyorduk, zevkin doruklarındaydık, Kinder Bueno yiyorduk.

Genelde çok iyi anlaşıyorduk, arada bir Nokia 3310 kullananların geri kafalı olduğunu söylemek gibi çocukça davranışlarda bulunsa da genelde tolere edilebilir bir insandır.

Adının Gülse olduğunu 4 gün sonra öğrendim. Ama umurumda değildi, adı Züberbühler de olsa ona olan sevgim değişmeyecekti, bana dirsek atmıştı.

Her şeyin bu kadar iyi gitmesi normal bir şey değildi. Bu mutluluk süresinin bitmemesi için sürekli dua ediyordum. Üç, dört, beş gün derken bir süre sonra rehavete kapılıp dua etmeyi bıraktım. Pek alakası var mı bilmiyorum ama, ikinci haftamızda korkunç bir olay bizi bekliyordu.

İstiklal caddesinden aşağı yürürken bir mağazada çalan Hakan Altun şarkısı üzerine, bu adamın ne kadar anlamlı şarkı sözleri yazdığını belirten bir cümle kurdu. İşte bu, katiyetle reddedeceğim ender şeylerden biriydi. Ama bunu dile getirdiğim anda karşımdakinin “Hade len, sen ne anlarsın” diyerek göbeğime doğru bir dirsek atacağını tahmin edemezdim.

Bana dirsek atmıştı. Ama o dirsek, normal bir dirsek değildi. Adeta içten kopan bir seviyesizlik çığlığıydı, istem dışı bana iletilen bir “asıl yüz” bildirisiydi, kalbinin derinliklerinden gelen bir “bana yüz verirsen işte böyle cıvırım” mesajıydı. O an Gülse’yi terk ettim.

Sonra çok pişman olmuştum ama o dakikadan sonra işin işten geçmesi işten bile değildi. Telefonlarıma cevap vermiyordu, msnden beni engellemişti. Bir daha görüşemeyecektik.

Yani bu yaşadığımdan şunu anladım ki, hayat bazen insana böyle absürd davranıyor, aynı bankta bir saatten uzun süre oturmak böbrek için hiç de yararlı olmuyor, Nokia 3310 kullananlar hiç de geri kafalı değil, Hakan Altun baya baya gereksiz şarkı sözleri yazıyor ve eğer otobüse binecekseniz sakın brownie yemeyin, çok pis ele yüze yapışıyor.

Ayrıca,
Eğer bir insana sırf size dirsek attı diye aşık oluyorsanız,
sonra gidip sırf dirsek attı diye ayrılabiliyorsunuz. Yapmayın.

İyi geceler sevgili blog.