Saturday, December 30, 2006

Şibumi



Bugün berbat bir gündü sevgili blog.
Aslında her şey güzel başlamıştı. Sosyomat'tan tanıştığım bir kızla buluştum Taksim'de. Çay filan içtik, sinemaya gitmeyi düşündüğünü söyledi, kimsenin uğramadığı şu dandik filmlerden biri olursa gelebileceğimi söyledim, popüler bir film izlemeyi düşündüğünü söyledi, karanlık ve yalnızken sinema keyfinin daha çok artacağını düşündüğümü söyledim, benim azılı bir sapık olduğumu düşündüğünü söyledi. Ve ayrıldık. Gayet mantıklı davranıyorduk.

Günü geri kalanı için pek bir plan yapmadığım için zaman geçirmek adına Casino Royale filmine gittim. Dünya üzerinde hala "My name is Bond, James Bond" kalıbından etkilenen birilerinin yaşadığını fark etmiş oldum. Neyse, filmin arasında salondan çıktım.


Otobüse binip evime dönmeye niyetlendim. Eve gidip E.R. dizisini izlemediğim bölümlerini bitirecektim.
72t numaralı otobüse bindim ve boş bulbuğum bir yere oturdum, telefonun radyosundan k rock 94.5i açıp kulaklıklarımı taktım. Çantamdan aylardır okumakta olduğum "Şibumi" isimli kitabı çıkartıp okumaya başladım.
Bir kaç durak sonra bir kız oturdu yanımda, uzun sarı saçlı, küçük burunlu bir kızdı. Elindeki poşetten bir kitap çıkarttı; çıkardığı kitap Şibumi'ydi. Benim elimdeki aynı isimli kitaba bakıp gülmeye başladı, bu ne hoş bir tesadüftü böyle, ben de Trevanian hayranıydım.

Derken 30-40 saniyelik konuşmamızı bitirip radyolarımıza döndük tekrar, onun da kulağında kulaklık vardı. Bir 5 dakika sonra k Rock'ta "The Fratellis - Whistle for the choir" çalmaya başladı. İşte bu benim şarkım diyerek kitabı bırakıp geriye yaslanmıştım ki, bir de ne göreyim: bizim kız eline kağıt kalem almış bir şeyler yazıyor. "Lonely" yazıyor, "stupid girl" yazıyor. "you laugh i cry" yazıyor. Aman tanrım, kız benimle aynı frekanstaydı ve radyoda duyduğu şarkının(Whistle for the choir) sözlerini yazıyordu, anlaşılan şarkıyı çok beğenmişti. Ben de bu şarkıyı böyle bulmuştum, önce duyduğum sözleri bi kağıda yazmış, sonra google'dan aratmış ve en sonunda limewire'dan indirmiştim.

"The Fratellis" diye atladım, "aradığınız şarkı fratellisin,ben de aynı radyoyu dinliyorum şu an." Kız çok şaşırdı, o da benim gibi ruh ikizinin yanında oturduğunu düşünüyordu. O dakikadan sonra konuşmaya başladık ve otobüs son durağa gelene kadar durmadan konuştuk. Telefon numarasını istedim, önce biraz nazlandıysa da, sonunda almayı başardım. Son durağa geldiğimde ve inip biraz yürüdükten sonra yollarımızı ayırdığımızda, içimi bir huzur kapladı. Bu akşamım çok mutlu geçecekti.

Yollarımız ayrıldıktan sonra kızı takip etmeye başladım, bir süre sessiz bir şekilde yürüdü, sonra bir anda yavaşladı. Derken sakallı bir adam kıza doğru yanalmaya başladı. Kız daha ne olduğunu anlamadan dudaklarına yapışıverdi adam. Kızın kaçıp kurtulmaya çalışacağını düşünürken, bilakis kızın bundan memnun göründüğünü fark ettim. Şaşılacak şeydi. Sonra bir adım geri çekilip adamla konuşmaya başladı. Ardından tekrar sarıldılar. Hımm, sevgiliydiler galiba...

Neyse işte, şimdi eve geldim ve televizyonumun kumandasının bozuk olduğunu fark ettim. Demem o ki, insanlardan nefret ediyorum.

İyi geceler sevgili Blog.

Friday, December 29, 2006

Baklava



Bugün babamın bana ilk dayak atışını izledim. Bundan 15 yıl önce. Adam bana attığı tüm dayakları kamerayla kaydetmiş. Dikkatli izleyenler müthiş açılar yakalayabiliyor gerçekten. Işık kullanımı da çok iyi. Takdir ettim kendisini.
Babam bir sergide kuratör olarak çalışıyor şu an. Onun babası -benim dedem- ise efsanevi bir kişilikmiş. Size sonra onun hikayesinden bahsedeceğim.

Yararlı bir bilgi: Eğer bir şarkıyı beğendiyseniz, ve sözlerine baktıktan sonra "aa inanılmaz, sözleri de durumuma tam uyuyor. Muhteşem, hayatımın şarkısı bu" diyorsanız, sizi temin ederim ki, yeryüzünde yazılmış şarkıların %90 ı zaten durumunuza uyuyor.

Mesela, en basitinden "yoğurt koydum dolaba" türküsünü ele alalım:

"Yoğurt Koydum dolaba ellere vay
Yine başım kalaba, yine başım kalaba ellere vay"

Bu türkü rahatlıkla "yeni bir sevgili edinen ancak bu sevgilinin talibinin/seveninin çok olduğunu öğrenen bir adamın trajedisi" olarak okunabilir. Benzer bir tema David Byrne - Everyone's in love with you şarkısında vardır. Ancak yoğurt koydum dolaba türküsünün bu şarkıdan tek farkı, farklı okumalara-altmetinlere açık, metaforik anlatım biçimindedir.

Gördüğünüz gibi bugün hiç keyfim yok. Arkadaşlar çağırdı, birazdan dışarı çıkacağız.
Kafam karışık
ve inanılmaz derecede midem bulanıyor.
İnsanların çıkarları uğruna yüzlerini pasif ve iyiniyetli rengine boyayıp içlerindeki doymak bilmez egoisti saklamaları yüzünden mi,
yoksa akşam pilavüstü patlıcanın ardından yediğim, halis muhlis ev baklavaları yüzünden mi,
inanın,
bilmiyorum.
İyi Geceler...

Thursday, December 28, 2006

Adım Eren. Eren Altık.
Bugün böbreğimi aldılar.

Açıkçası pek korkmadım ameliyat masasına giderken. Hatta “böbreğini vermek istediğine emin misin?” diye sorduklarında neredeyse “alın canım, ne işime yarıyor ki zaten” diyecektim. Ama korktum. Çünkü bunu deseydim, diğer böbreğim de “alınabilirdi”.

Hah-hah. Yaparım bazen böyle espriler. Ama narkozun altında 2.5 saat süren ameliyat sırasında aynı mizah duygusunu taşıdığımı zannetmiyorum. Kalktığımda hatırladığım iki şey, çişimi tutamadığım ve artık hayatımda büyük bir boşluk olduğuydu.

İşte bu yüzden Blog yazıyorum.
Hayatımda bir boşluk olduğu için.
Ve çişimi tutamadığım için tabi.

Bu arada hayatın berbat olduğunu söylemek istiyorum huzurlarınızda.

Mesleğim öğrencilik. Ne kadar şaşırtıcı di mi? Blog yazarı bir öğrenci. Ama merak etmeyin size bu sayfalarda asla “bugün okulda öğretmen çocuğun birine bezelye beyinli dedi, çok sinirlendim” gibi şeyler anlatmayacağım. Zaten derslere girmediğim için böyle şeyler de görmemiş oluyorum.

Bir gün hocanın biri bana gelip “Neden derslere girmiyorsun Eren” dedi. “Çünkü sen giriyorsun” dedim. Çok sinirlendi. Hemen elinden bir kağıt çıkartıp bana sıfır verdi Bunu neden yaptı anlamadım. Doğru cevabı vermiştim oysa.

Neyse, blog yazmamın nedenlerinden biri de, hayat felsefemi insanlarla paylaşmam. Aslında henüz hayat felsefem diye bir şey yok. Ama yine de paylaşacağım.

Mesela eski kız arkadaşım, kendisinin hayata dair çok sağlam düşünceleri vardı. Hele ki Kappa marka eşofmanlar hakkında. Hayatın berbat olduğunu bir kez daha hatırlatarak anlatayım:

Mağazadaydık. Ve Selin(eski kız arkadaşım) kendine eşofman seçiyordu. Bir, iki, üç, dört derken tam 19 tane eşofman denemişti. 20.yi deneyecekken bir anda durdu. Bir tür bilgelik gelmişti kıza. “Biliyor musun?” dedi bana. “İnsanların her biri de tıpkı birer kappa eşofman gibi. Bazısı kalçanı anlamsızca havaya kaldırır, bazısı sana yapışır, hayatını zehir eder, kimi eşofman ise sana bol gelir, taşıyamazsın. Ama yine de giymediğin milyonlarca eşofman vardır. Vitrinlerde görür bakarsın. Merak edersin hepsini, denemek istersin. Ama bazılarına para yetmez, ulaşamazsın. Hayatın boyunca ulaşamazsın. Öylece orada durup hayatını zehir ederler. Eline ise, denemek için bütçene uygun birkaç tane eşofman gelir ve hepsi de seni böyle gıcık eder işte.”

Vay be, çok derin bir felsefeydi. Açıkçası böylesine felsefi derinliği olan bir kızla çıkmaya devam edemezdim. O gün, o mağazada Selinden ayrılmaya karar verdim. Onun da aynı fikirde olduğunu düşünüyordum. Tesadüfe bakın ki zaten o da bundan 40 dakika önce benden ayrılmaya karar vermişti. Aslında teorik olarak ayrılmamıştık. Ama pratik olarak çekip gitmişti. Kendime geldiğimde hatırladığım iki şey, eşofman deneme görevini üzerime aldığım ve artık hayatımda bir boşluk olduğuydu.

İşte bu yüzden Blog yazıyorum.
Hayatımda bir boşluk olduğu için.

İlk blog için bu kadar yeter. Zira ileride yazılar eklendikçe bu blog altta kalacak, okurlarımın çoğu bu kısmı kaçırmış olacak. İleride bomba gibi haberlerle geri dönmek üzere gidiyorum, şimdilik hoşçakalın.
Bu arada, hayat berbat...